25 Haziran 2025 Çarşamba

SANATIN SINIRI

        Sanatın bir sınırı olduğunu, yani sanatın ifade edemeyeceği şeylerin bulunduğunu söyleyebilir miyiz? Böylesi bir soruya “Evet.” diyebilmek için iki şart gözetiriz. İlk olarak, sanatın sınırları dışında olduğunu iddia edeceğimiz elementin ne olduğu, herkes tarafından aynı ve açık şekilde anlaşılmalıdır. İkinci olarak bu element yalnızca bazı sanatçılar için değil, bütün sanatçılar için sanatın sınırları dışında olmalıdır. Böyle bir element bulmamız mümkün mü?

Basit bir deneme ile başlayalım. Sanat, içeriğini Dünya’dan[1] aldığına göre, Dünya’nın dışında olan, bariz şekilde sanatın da dışındadır.[2] Ancak bu cevap ilk kriterimizi karşılamaz. “Dünya’nın dışı” ile neyin kastedildiği açık ve anlaşılır değildir.[3] Bir başka deneme şu olabilir: “Deneyimlenmemiş olan, sanatın dışındadır.” Ancak bu sefer de ikinci kriterimiz karşılanmaz: “Deneyimlenmemiş olan” terimi, bütün sanatçılar için aynı değildir. Belirli bir tavşanı, örneğin Mart Tavşanı’nı, x sanatçısı deneyimlemişken y sanatçısı deneyimlememiş olabilir. Böyle bir durumda Mart Tavşanı hem sanatın sınırı dışındadır hem de değildir. Bu, üçüncü hâlin olanaksızlığı ilkesinden ötürü kabullenilemez. Yine de bu denemelerimiz bize öğretmiş oldu ki: Aradığımız element Dünya’ya ait olmalı ve bu aitlik yalnızca bazı sanatçılar tarafından değil, bütün sanatçılar tarafından bilinmeli. Böylesi bir evrensellik arayışı içinde olduğumuza göre, Dünya’nın nesnel açıdan ne olduğunu incelemek bize fayda sağlayacaktır.

            Dünya, anların toplamından meydana gelir. Bir önceki an, bir sonraki anı belirler ve “belirleyici an”, oluşmuş olan bu yeni an olacaktır. Bu süreç sonsuza dek sürer ve toplamda bize Dünya’yı verir. İşte Dünya’yı oluşturan bu anlardır sanatın kapsamını oluşturan şey. Bir eserde ifade edilen, daima Dünya’nın belirli anlarından alınmış bazı içeriklerdir. Bunu daha rahat göstermek için matematikten yararlanalım. Spesifik bir t1 anında algımızın kendisi olan ­­—böylece “bizim için Dünya”yı oluşturan— ve elemanları, algımızın parçalarını belirten tekil nesnelerden oluşan kümeye A diyelim. A kümesini A = {a, b, c, d, e … x} olarak tanımlamış olalım. Bir sonraki t2 anında başka bir küme, örneğin B = [k, l, m, n, o … y] söz konusudur. Bu iki kümenin elemanları da sorunsuz şekilde sanatın kapsamı içerisindedir. Söz gelimi, A kümesinin görsel ögelerinden oluşmuş olan A1 = {a, b, c} alt kümesi, bir resimde ifade edilebilir. Peki A1 = {a, b, c} kümesinin t2 anında B1 = {k, l, m} kümesine dönüştüğünü varsayarsak, bu dönüşümün resmedilebileceğini söyleyebilir miyiz?

            Bir resim, tanımı gereği statiktir ve tek bir an sunar. Bu sebeple resmin ifade kapsamı figürlerle şekillenir. Resim, olguları veya dönüşümleri gösteremez. Ancak Deleuze (2009) bırakın olguları, kuvvetlerin bile resmedilişinin mümkün olduğundan bahsederek bu görüşe karşı çıkar. Kuvvetlerle kastedilen, örneğin A1 kümesinin B1 kümesine dönüşmesini sağlayan güçtür ve Deleuze’ün bahsettiği bu sanat anlayışına göre sanatın amacı zaten “görüneni vermek değil, görünmeyeni görünür kılmak”tır. Bu fikir hakkında neler söyleyebiliriz?

            Deleuze (2009) resmin kuvvetleri taşıyabileceği iddiasını Francis Bacon’ın resimlerini örnek vererek savunur. Bu resimlerde gerçekten de seçilebilecek figürler yoktur. Başka anlardan ve perspektiflerden figürler iç içe girmiş gibidir. Böylece bize bir kuvvetin gösterildiği iddia edilir. Deleuze (2009) bu resimler hakkında şunu söyler:

  “Bacon’ın Figürleri, bir soruya; ‘Görünmez kuvvetleri nasıl görünür kılabiliriz?’ sorusuna resim tarihinde verilmiş en harikulade yanıtlardan biridir.”

            Peki Bacon’ın gerçekten de eserlerinde kuvvetleri ifade ettiğini veya “görünmeyeni görünür kıldığı” söyleyebilir miyiz? Bu soruyu cevaplamadan önce, problemi daha da basitleştirip bir resmin herhangi bir oluşu taşıyıp taşıyamayacağına bakalım.

Şöyle bir tablo düşünün: Bir ağaç kovuğu görüyorsunuz. İçinde fındıklar, cevizler ve fıstıklar var; bazıları kırılmış, diğerleri sağlam. Böylesi bir tablonun, bir sincabın yaşamını resmettiğini söyleyebilir miydik? Hayır. Resmedilen şey bir ağaç kovuğudur ve öyle kalacaktır. Sincabın yaşamı fikrini ortaya çıkaran şey,  tablonun kendisi değil, bizim zihnimizin çalışma şeklidir. Yani tablo bir sincabın yaşamını ifade ettiği için değil de zihnimiz çağrışımlarla çalıştığı için sincap düşünmeye başlarız. Spinoza (2024) bu mekanizmayı şöyle formülleştirmişti:

  “İnsan bedeni bir kereliğine birden fazla cisimden aynı zamanda etkilenmişse, sonradan zihin bu cisimlerin birini hayat etse hemen diğerini de hatırlayacaktır.”

            Yani biz kuru yemiş ve ağaç imajlarından sincap fikrine erişiyorsak, bunu sağlayan şey sanat eserinin ifade gücü değil, bizzat doğamızın çalışma şeklidir. Bundan çıkarabileceğimiz sonuç şudur: Ömründe sincap diye bir şey görmemiş, duymamış birisi aynı tabloyu görse; bu tablo, onun için bir sincabın yaşamını anlatmayacaktır. Yalnızca bir ağaç kovuğu resmi söz konusudur. Bu fikri, kuvvetlerin resmedildiği iddia edilen eserlere de uygulayabiliriz. Bacon’ın resimleri ya da Disco Elysium’un Reaction Speed portresi her ne kadar bize çeşitli kuvvetleri ya da zamanı hatırlatsa da bu resimlerin kuvvetleri ya da zamanı ifade ettiğini söyleyemeyiz.

            Sunduğum fikre şöyle bir itiraz gelebilir: “Sanatın ifade gücü zaten budur. Sanat, çağrışımlarla çalışır. Eğer bir eser toplumun geneline x’i çağrıştırıyorsa, bu eser x’i ifade ediyor demektir.”

            Böylesi bir itiraz oldukça komiktir çünkü üzerine biraz düşündüğümüzde absürt sonuçlara yol açar. Sözgelimi, tüm dünyaya hükmeden bir monarşik devlet mümkündür. Bu devletin kralı kendisine görkemli bir asa yaptırıp halkına bu asanın Tanrı’yı temsil ettiğini söyleyebilir. Bütün okullardaki din derslerinde Tanrı üzerine konuşulurken tahtaya bu asa çizilebilir. İnsanlar asanın formunu taklit ederek ibadet gerçekleştirebilir. Bu mümkün dünyada söz konusu asa herkes için Tanrı’yı çağrıştırır. O hâlde bu asanın Tanrı’yı ifade ettiğini söyleyebilir miyiz? Sanırım cevabın “Hayır.” olduğu gün gibi ortada.

            Her nasıl ki bahsettiğimiz asa, akıllara Tanrı’yı getirmesine rağmen Tanrı’yı ifade etmiyorsa; aynı şekilde Bacon’ın herhangi bir eseri de belirli bir kuvveti ifade etmiyor. Ayrıca ütopyamızdaki asa herkes için Tanrı’yı çağrıştırıyordu. Bacon’ın belirli bir eserinin herkes için aynı kuvveti çağrıştırdığını iddia etmek oldukça zor. Yine de durum öyle olsa bile, eğer ortada bir çağrışım varsa, bir ifadeden bahsedemeyiz.

            Bir başka itiraz şu olabilir: “İyi de resimler ne olursa olsun bir çağrışımdır. Bir rakun resmi de o rakunun kendisini sunmaz. Sadece temsil eder. Dolayısıyla söylediğin şey hiçbir resmin hiçbir şeyi ifade edemeyeceği anlamına gelir. Bu ise saçmadır.”

            Bu itiraza verilecek yanıt, kümelerle çok rahat anlaşılacaktır. İki tane küme vereceğim:

1.     Bir rakunu deneyimlerken sahip olduğum “rakun” işaretli fenomenal bilgi:

R = {a, b, c, d, e,}

2.     Bir rakun resmini deneyimlerken sahip olduğum “rakun tablosu” işaretli fenomenal bilgi:

T = {a, b, c, d, x,}

Görülebileceği üzere, bir rakunu deneyimlerken duyumsadığımız şey ile, bir rakun resmini deneyimlerken duyumsadığımız şey %80 benziyor.[4] Oysa “sincap yaşamı” konulu tablo örneğinde görmüştük ki, tabloda bir sincabın doğasını içeren hiçbir element yoktu. Yalnızca çağrışımlar vardı. Daha öncesinde sincap ile ağacı ve kuru yemişleri yan yana görmüştük. Bu sebeple ağaç ve kuru yemişler bize sincabı anımsatmıştı. İşte ifade ile çağrışım arasındaki fark budur. İfade, deneyimin niteliğini taklit eder. Çağrışımın mekanizmasının çalışması ise talihe bağlıdır.

Son olarak şöyle bir itiraz gelebilir: “Ama resim statik bir sanat dalıdır. Oysa sinema gibi dinamik sanat dalları da var ve bunlar kuvvetleri ifade edebilir.”

Bu son itiraz, oldukça ilginçtir çünkü bir itirazdan çok yenilginin ilanı gibidir. Deleuze’ün (2009) iddiası, sanatın amacının “görünmeyeni görünür kılmak” olduğuydu. Tartışmacı ise, sinemanın kuvvetleri ifade etme gücünden bahsederek kendi iddiasından vazgeçmiş olur -çünkü artık “görünmeyen” ortadan kalkmıştır. Dolayısıyla bu “itiraza” verebileceğim tek cevap “Katılıyorum.” olacaktır.

Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz ki: İfade ve çağrışım farklı şeylerdir. Bir resmin x’i çağrıştırması, x’i ifade ettiği anlamına gelmez. Daha da önemlisi, sanatın görünmeyeni görünür kılmak gibi sihirli yetenekleri yoktur. Zaten bu iddianın yanlış olduğu her hâlinden bellidir. “□~Gx Gx” gibi bir önermeyi kimse kabul edemez. Sanata yüklenen kutsal anlamlar, yalnızca düşünce deneylerindeki deli monarklardan çıktığı sürece keyif vericidir.

SON



[1] Dünya ile kastettiğimiz şey, Samanyolu galaksisinin içinde bulunan ve Güneş’e yakınlığı bakımından üçüncü olan gezegen değil; sonsuz aktüelliğin kendisidir. Başka deyişle, bu metinde Dünya kelimesiyle ebedi gerçekliği işaret ediyoruz.

[2] Elbette Pegasus, Chimera gibi aktüel olmayan varlıklardan söz edebildiğimiz gibi bunları sanat içerisinde ifade de edebiliriz. Yine de Descartes’ın (2023) gösterdiği üzere, bunlar Dünya’dan aldığımız fikirleri çeşitli şekillerde birleştirmemizle ortaya çıkar. Yani bu fikirler Dünya’nın dışından gelmiş değildirler. Meşhur deyişle: Güneş’in altında yeni bir şey yoktur.

[3] “Dünya dışı” teriminin adreslediği kümenin elemanlarına erişimimiz yoktur.

[4] Burada önemli olan oranın yüzdeliği değil, duyumsanan şeyler arasındaki ortaklığın varlığı.