Sanatın
bir sınırı olduğunu, yani sanatın ifade edemeyeceği şeylerin bulunduğunu söyleyebilir
miyiz? Böylesi bir soruya “Evet.” diyebilmek için iki şart gözetiriz. İlk
olarak, sanatın sınırları dışında olduğunu iddia edeceğimiz elementin ne
olduğu, herkes tarafından aynı ve açık şekilde anlaşılmalıdır. İkinci olarak bu
element yalnızca bazı sanatçılar için değil, bütün sanatçılar için sanatın
sınırları dışında olmalıdır. Böyle bir element bulmamız mümkün mü?
Basit
bir deneme ile başlayalım. Sanat, içeriğini Dünya’dan[1] aldığına göre, Dünya’nın dışında
olan, bariz şekilde sanatın da dışındadır.[2] Ancak bu cevap ilk
kriterimizi karşılamaz. “Dünya’nın dışı” ile neyin kastedildiği açık ve
anlaşılır değildir.[3]
Bir başka deneme şu olabilir: “Deneyimlenmemiş olan, sanatın dışındadır.” Ancak
bu sefer de ikinci kriterimiz karşılanmaz: “Deneyimlenmemiş olan” terimi, bütün
sanatçılar için aynı değildir. Belirli bir tavşanı, örneğin Mart Tavşanı’nı, x
sanatçısı deneyimlemişken y sanatçısı deneyimlememiş olabilir. Böyle bir
durumda Mart Tavşanı hem sanatın sınırı dışındadır hem de değildir. Bu, üçüncü
hâlin olanaksızlığı ilkesinden ötürü kabullenilemez. Yine de bu denemelerimiz
bize öğretmiş oldu ki: Aradığımız element Dünya’ya ait olmalı ve bu aitlik
yalnızca bazı sanatçılar tarafından değil, bütün sanatçılar tarafından
bilinmeli. Böylesi bir evrensellik arayışı içinde olduğumuza göre, Dünya’nın
nesnel açıdan ne olduğunu incelemek bize fayda sağlayacaktır.
Dünya, anların toplamından meydana
gelir. Bir önceki an, bir sonraki anı belirler ve “belirleyici an”, oluşmuş olan
bu yeni an olacaktır. Bu süreç sonsuza dek sürer ve toplamda bize Dünya’yı
verir. İşte Dünya’yı oluşturan bu anlardır sanatın kapsamını oluşturan şey. Bir
eserde ifade edilen, daima Dünya’nın belirli anlarından alınmış bazı
içeriklerdir. Bunu daha rahat göstermek için matematikten yararlanalım. Spesifik
bir t1 anında algımızın kendisi olan —böylece “bizim için Dünya”yı
oluşturan— ve elemanları, algımızın parçalarını belirten tekil nesnelerden oluşan
kümeye A diyelim. A kümesini A = {a, b, c, d, e … x} olarak tanımlamış olalım. Bir
sonraki t2 anında başka bir küme, örneğin B = [k, l, m, n, o … y]
söz konusudur. Bu iki kümenin elemanları da sorunsuz şekilde sanatın kapsamı
içerisindedir. Söz gelimi, A kümesinin görsel ögelerinden oluşmuş olan A1
= {a, b, c} alt kümesi, bir resimde ifade edilebilir. Peki A1 = {a,
b, c} kümesinin t2 anında B1 = {k, l, m} kümesine
dönüştüğünü varsayarsak, bu dönüşümün resmedilebileceğini söyleyebilir miyiz?
Bir resim, tanımı gereği statiktir
ve tek bir an sunar. Bu sebeple resmin ifade kapsamı figürlerle şekillenir. Resim,
olguları veya dönüşümleri gösteremez. Ancak Deleuze (2009) bırakın olguları,
kuvvetlerin bile resmedilişinin mümkün olduğundan bahsederek bu görüşe karşı
çıkar. Kuvvetlerle kastedilen, örneğin A1 kümesinin B1 kümesine
dönüşmesini sağlayan güçtür ve Deleuze’ün bahsettiği bu sanat anlayışına göre
sanatın amacı zaten “görüneni vermek değil, görünmeyeni görünür kılmak”tır. Bu
fikir hakkında neler söyleyebiliriz?
Deleuze (2009) resmin kuvvetleri
taşıyabileceği iddiasını Francis Bacon’ın resimlerini örnek vererek savunur. Bu
resimlerde gerçekten de seçilebilecek figürler yoktur. Başka anlardan ve
perspektiflerden figürler iç içe girmiş gibidir. Böylece bize bir kuvvetin
gösterildiği iddia edilir. Deleuze (2009) bu resimler hakkında şunu söyler:
“Bacon’ın Figürleri, bir soruya; ‘Görünmez
kuvvetleri nasıl görünür kılabiliriz?’ sorusuna resim tarihinde verilmiş en
harikulade yanıtlardan biridir.”
Peki Bacon’ın gerçekten de
eserlerinde kuvvetleri ifade ettiğini veya “görünmeyeni görünür kıldığı”
söyleyebilir miyiz? Bu soruyu cevaplamadan önce, problemi daha da basitleştirip
bir resmin herhangi bir oluşu taşıyıp taşıyamayacağına bakalım.
Şöyle
bir tablo düşünün: Bir ağaç kovuğu görüyorsunuz. İçinde fındıklar, cevizler ve
fıstıklar var; bazıları kırılmış, diğerleri sağlam. Böylesi bir tablonun, bir sincabın
yaşamını resmettiğini söyleyebilir miydik? Hayır. Resmedilen şey bir ağaç kovuğudur
ve öyle kalacaktır. Sincabın yaşamı fikrini ortaya çıkaran şey, tablonun kendisi değil, bizim zihnimizin
çalışma şeklidir. Yani tablo bir sincabın yaşamını ifade ettiği için değil de
zihnimiz çağrışımlarla çalıştığı için sincap düşünmeye başlarız. Spinoza (2024)
bu mekanizmayı şöyle formülleştirmişti:
“İnsan bedeni bir kereliğine birden fazla
cisimden aynı zamanda etkilenmişse, sonradan zihin bu cisimlerin birini hayat
etse hemen diğerini de hatırlayacaktır.”
Yani biz kuru yemiş ve ağaç
imajlarından sincap fikrine erişiyorsak, bunu sağlayan şey sanat eserinin ifade
gücü değil, bizzat doğamızın çalışma şeklidir. Bundan çıkarabileceğimiz sonuç
şudur: Ömründe sincap diye bir şey görmemiş, duymamış birisi aynı tabloyu
görse; bu tablo, onun için bir sincabın yaşamını anlatmayacaktır. Yalnızca bir
ağaç kovuğu resmi söz konusudur. Bu fikri, kuvvetlerin resmedildiği iddia
edilen eserlere de uygulayabiliriz. Bacon’ın resimleri ya da Disco Elysium’un Reaction
Speed portresi her ne kadar bize çeşitli kuvvetleri ya da zamanı hatırlatsa
da bu resimlerin kuvvetleri ya da zamanı ifade ettiğini söyleyemeyiz.
Sunduğum fikre şöyle bir itiraz
gelebilir: “Sanatın ifade gücü zaten budur. Sanat, çağrışımlarla çalışır. Eğer
bir eser toplumun geneline x’i çağrıştırıyorsa, bu eser x’i ifade ediyor
demektir.”
Böylesi bir itiraz oldukça komiktir
çünkü üzerine biraz düşündüğümüzde absürt sonuçlara yol açar. Sözgelimi, tüm
dünyaya hükmeden bir monarşik devlet mümkündür. Bu devletin kralı kendisine
görkemli bir asa yaptırıp halkına bu asanın Tanrı’yı temsil ettiğini
söyleyebilir. Bütün okullardaki din derslerinde Tanrı üzerine konuşulurken
tahtaya bu asa çizilebilir. İnsanlar asanın formunu taklit ederek ibadet
gerçekleştirebilir. Bu mümkün dünyada söz konusu asa herkes için Tanrı’yı
çağrıştırır. O hâlde bu asanın Tanrı’yı ifade ettiğini söyleyebilir miyiz?
Sanırım cevabın “Hayır.” olduğu gün gibi ortada.
Her nasıl ki bahsettiğimiz asa,
akıllara Tanrı’yı getirmesine rağmen Tanrı’yı ifade etmiyorsa; aynı şekilde
Bacon’ın herhangi bir eseri de belirli bir kuvveti ifade etmiyor. Ayrıca
ütopyamızdaki asa herkes için Tanrı’yı çağrıştırıyordu. Bacon’ın belirli bir
eserinin herkes için aynı kuvveti çağrıştırdığını iddia etmek oldukça zor. Yine
de durum öyle olsa bile, eğer ortada bir çağrışım varsa, bir ifadeden
bahsedemeyiz.
Bir başka itiraz şu olabilir: “İyi
de resimler ne olursa olsun bir çağrışımdır. Bir rakun resmi de o rakunun
kendisini sunmaz. Sadece temsil eder. Dolayısıyla söylediğin şey hiçbir resmin
hiçbir şeyi ifade edemeyeceği anlamına gelir. Bu ise saçmadır.”
Bu itiraza verilecek yanıt,
kümelerle çok rahat anlaşılacaktır. İki tane küme vereceğim:
1. Bir
rakunu deneyimlerken sahip olduğum “rakun” işaretli fenomenal bilgi:
R = {a, b, c, d, e,}
2. Bir
rakun resmini deneyimlerken sahip olduğum “rakun tablosu” işaretli fenomenal
bilgi:
T = {a, b, c, d, x,}
Görülebileceği
üzere, bir rakunu deneyimlerken duyumsadığımız şey ile, bir rakun resmini
deneyimlerken duyumsadığımız şey %80 benziyor.[4] Oysa “sincap yaşamı”
konulu tablo örneğinde görmüştük ki, tabloda bir sincabın doğasını içeren hiçbir
element yoktu. Yalnızca çağrışımlar vardı. Daha öncesinde sincap ile ağacı ve
kuru yemişleri yan yana görmüştük. Bu sebeple ağaç ve kuru yemişler bize
sincabı anımsatmıştı. İşte ifade ile çağrışım arasındaki fark budur. İfade,
deneyimin niteliğini taklit eder. Çağrışımın mekanizmasının çalışması ise
talihe bağlıdır.
Son
olarak şöyle bir itiraz gelebilir: “Ama resim statik bir sanat dalıdır. Oysa
sinema gibi dinamik sanat dalları da var ve bunlar kuvvetleri ifade edebilir.”
Bu
son itiraz, oldukça ilginçtir çünkü bir itirazdan çok yenilginin ilanı gibidir.
Deleuze’ün (2009) iddiası, sanatın amacının “görünmeyeni görünür kılmak”
olduğuydu. Tartışmacı ise, sinemanın kuvvetleri ifade etme gücünden bahsederek
kendi iddiasından vazgeçmiş olur -çünkü artık “görünmeyen” ortadan kalkmıştır.
Dolayısıyla bu “itiraza” verebileceğim tek cevap “Katılıyorum.” olacaktır.
Sonuç
olarak şunu söyleyebiliriz ki: İfade ve çağrışım farklı şeylerdir. Bir resmin
x’i çağrıştırması, x’i ifade ettiği anlamına gelmez. Daha da önemlisi, sanatın
görünmeyeni görünür kılmak gibi sihirli yetenekleri yoktur. Zaten bu iddianın
yanlış olduğu her hâlinden bellidir. “□~Gx ∧ ◇Gx” gibi bir önermeyi kimse kabul
edemez. Sanata yüklenen kutsal anlamlar, yalnızca düşünce deneylerindeki deli
monarklardan çıktığı sürece keyif vericidir.
SON
[1] Dünya ile kastettiğimiz
şey, Samanyolu galaksisinin içinde bulunan ve Güneş’e yakınlığı bakımından
üçüncü olan gezegen değil; sonsuz aktüelliğin kendisidir. Başka deyişle, bu
metinde Dünya kelimesiyle ebedi gerçekliği işaret ediyoruz.
[2] Elbette Pegasus, Chimera gibi
aktüel olmayan varlıklardan söz edebildiğimiz gibi bunları sanat içerisinde
ifade de edebiliriz. Yine de Descartes’ın (2023) gösterdiği üzere, bunlar
Dünya’dan aldığımız fikirleri çeşitli şekillerde birleştirmemizle ortaya çıkar.
Yani bu fikirler Dünya’nın dışından gelmiş değildirler. Meşhur deyişle:
Güneş’in altında yeni bir şey yoktur.
[3] “Dünya dışı” teriminin adreslediği
kümenin elemanlarına erişimimiz yoktur.
[4] Burada önemli olan oranın
yüzdeliği değil, duyumsanan şeyler arasındaki ortaklığın varlığı.